Yaratılışçı - Dinsel ideolojinin tarihçesi
Yaratılışçı - Dinsel ideolojinin
tarihçesi
Yaratılışçılığı benimsemek, bir özgür düşünme değil inanç
sorunudur. İnanmak, inanılan kişinin ve kurumun hizmetine girme durumunda
bedensel köleliğe de varabilir. En azından insanı düşünsel köleliğe, emeğinin
sömürülmesine götürür.
Mutlak inanmak ise pisipisine ölüme götürebilir. Yaratılışçı
inançlar insanı getirip “yaratılan kul” noktasında bırakırken, varoluşçu,
evrimci tutum, onun yaratıcı özgür insan düzeyine çıkmasına ve doğal toplumsal,
bireysel sorunların (yazgıcı değil) nedensellikçi bilimsel çözümlerine
yöneltecektir.
Yaratılışçılık kafayı nereden alıp nerelere götürür,
bilimsel evrimcilik nereye?
Alaeddin Şenel - Aralık 2009
YARATILIŞÇILIK- EVRİMCİLİK TARTIŞMASI
Yaratılışçılık-Evrimcilik tartışması, ideolojik savaşım
alanlarından biridir. İdeolojik savaşımların altında ise, bilindiği gibi, sınıf
savaşı yatmaktadır. Nasıl olup da sınıf savaşı din-bilim kavgası biçimini
almıştır? Çağımızda, bilimin doğrudan karşı çıkılamayacak denli ağır basması
üzerine, egemen sınıflar nasıl taktik değiştirmiştir? Tutucu ve gerici
çevrelerin ideologlarının bilime saldırısı nasıl evrimcilik hedefi üzerinde
yoğunlaştırılarak yaratılışçılık-evrimcilik tartışması başlatılmıştır?
Bu soruların yanıtlarını bulabilmek için, tarihsel kurumlar
olan sınıfların ve ideolojilerin zaman içindeki gelişmelerine ve ilişkilerine
bakmak gerekir.
Ata’dan Tanrı’ya geçiş “ara formu”: İnsanın “tanrı suretinde”
yaratıldığı inancı
Din, özellikle tektanrıcılığa varacak Ortadoğu dinsel
geleneği, insanlığın ilk sınıflı toplumunda, MÖ 3. binyılda Aşağı
Mezopotamya’da (Sümerlerce) başlatılmıştır. Amaç, eşitsizlikçi toplumsal
yapının birliğini ve sürekliliğini kurmaya çalışmaktır. Gerçekten, ondan önceki
tüm, ondan sonraki bazı “yalın topluluk” (ilkel komünal toplum) birimlerinde
birliği sağlama sorunu yoktu. Çünkü kişisel, sınıfsal, toplumsal çıkar farklılaşması
aynı atadan (aynı totemden) gelindiği (kardeşlik) düşüncesiyle
sağlanabiliyordu.
Ne zaman ki sınıflı toplumlar gelişti, toplum içindeki
farklı (eşitsiz) kesimlerden kişilerin aynı atadan geldikleri savı ileri
sürülemez oldu. Bu durumda, atalar yanı sıra tarımsal üretimle ilgili doğa
güçleri de “aşkın özneleştirme” denebilecek bir düşünsel işlemle
kişileştirildi. Bu sanal kişiler gene sanal bir toplum başına geçirildi.
Sınıfsal özneler arasındaki konum (statü) eşitsizliğine dayanan böyle bir toplum
tasarımı, popüler inanca, “tanrı” denen aşkın öznelerin (egemen sınıflar ve
yöneticiler dahil) tüm insanların yaratıcıları ve yöneticileri oldukları
mitosuyla yansıtıldı.
Ata kültünden (totemcilikten) tanrı inancına (dine) bu
geçişin kültürel gelenekte “fosilleşip” zamanımıza dek kalabilen (“ara form”
sayılabilecek) bir kanıtı var elimizde: “Ve Tanrı insanı kendi suretinde
yarattı” (1). Varlık ve canlılar, “yaratanlar” ile “yaratılanlar” olarak ikiye
bölünürken, sınıflı toplumun (efendi-köle ve yöneten-yönetilen) eşitsizlikçi
ilişkilerinden esinlenildiği anlaşılıyor. Buna uygun olarak geliştirilen
mitosta yaratışın amacının “yaratıcılara hizmet” etmek (2) olduğunun
belirtilmesi anlamlıdır.
“Yaratılış mitosu” zamanımıza kalabilen bir “kültürel fosil”
olsa gerek
Yaratılış inancı, bir mitosta fosilleşerek, yalnızca
(yaratma) içeriğini değil (çamurdan) biçimini bile değiştirmeden günümüze dek
gelebilmiştir: İlk sınıflı toplumla (Enuma Eliş mitosunda) çok tanrıcı dinsel
ideolojide kesin biçimi (MÖ 2. binyılda) verilmiştir. İsrailoğullarının
geleneksel dinsel metinleri içinde yoktur. Söz konusu metinlerin derlendiği
yüzyıllarda, Babil Sürgünü (MÖ 587) sırasında, Enuma Eliş’ten Tevrat’ın başına
“Yaratılış” (eski Türkçe çeviride “Tekvin”) bölümü olarak aktarılmıştır (3).
Aslında bir Musacı olan İsa ve havarilerinin düşünceleri ve eylemleri ile
ilgili metinler (MS ilk yüzyıllarda) İncil başlığı altında derlenip Eski Ahit
(Tevrat) sonuna eklenerek oluşturulan Kutsal Kitap ile İsacı tektanrıcı (?)
dine geçmiş olur yaratılış mitosu. Oradan, bilindiği gibi Muhammed tarafından
(MS 600 dolaylarında) küçük farklarla Kuran’a geçirilmiştir. Önemli
sayılabilecek bir değişiklik, Allah’ın Adem’i “Tanrı suretinde” değil (ya da
sureti yanı sıra) kendi “ruhundan” (üfleyerek) yarattığının yazılı olmasıdır
(4).
Yaratılışçı mitosun işlevi: Eşitsizlikçi ilişkilerin yeniden
üretilmesi
Çoktanrıcı dinden tektanrıcı dine geçen bir söylemle,
insanın Tanrı’ya hizmet etmesi (Allah’a kulluk etmesi) için yaratıldığı inancı
yerleştirilmiştir. Böyle bir inanç, hegemonik erkini günümüze kadar
sürdürmüştür. “Gönüllü kulluk” denebilecek düşünceleri ve davranışları
beslemektedir. Sınıflı toplumlarda insan-insan (eşitsiz) ilişkilerinden süzülüp
çıkarılmıştır. Eşitsizlikçi ilişkilerin sürtüşmeler azaltılarak yeniden
üretilmesine yaramaktadır. Kısacası, tanrı-kul kavramları günümüzde bile
eşitsizlikçi ilişkilerin bir kalıbı, bir paradigma işlevi görmektedir.
Sınıf savaşının inanç savaşı biçimini alması
Geçmişi insanlığın ilk uygarlığı olan Sümer’e (MÖ 3 bin
dolaylarında) dayanan yaratılış mitosu, Sümer dincilerinin (din adamlarının)
“eşitlikçi topluluk” düzeninden “eşitsizlikçi toplum” düzenine geçişin
yarattığı hoşnutsuzluğu (silah yanı sıra inançla) bastırmak için uydurulmuş
görünüyor. Eşitsizlikçi düzenin açıklanıp aklanması yolunda mitosa yansıyan
düşünsel çabalar bunu gösteriyor. Dolayısıyla bu mitosun, sınıf savaşının
(karmaşık bir süreç sonunda) aldığı ideolojik bir biçim (bir “dinsel ideoloji”)
olduğu söylenebilir. Söz konusu ideolojinin sınıfsal niteliği İsrailoğullarının
göçebe çoban topluluktan yerleşik uygar topluma geçişlerinde daha yalın ve açık
olarak gözlemlenebilir:
Musacılık (Musevilik) Musa’nın önderliğinde Yehova
(kabileler konfederasyonu baştanrısı) inancı rehberliğinde bir fetih, yerleşme
ve uygarlaşma ideolojisi olarak (MÖ 1200 dolaylarında) belirdi. Yerleşme ve
Davut’un krallığının (MÖ 1000 dolaylarında) kuruluşuyla uygar topluma geçilmiş
oldu. Bunu şunlar izler: Göçebe çoban topluluğun eşitlikçi yapısı çözülür. Kimi
kabileler, kimi aileler (toplumsal artı üretilip aktarılması olanaklarının
doğuşuyla) varsıllaşırken kimileri daha da yolsullaşır. Buna koşut olarak
konfederasyonun (12 kabilenin) birleştirici inancından (Yehovacılıktan)
soğumalar, kopmalar görülür. Varsıllaşan, özel mal mülk edinen kimi soylular,
“orduların rabbi” Yehova yerine çevrelerindeki yerleşik eski halkların (Kenanlıların,
Filistinlilerin) Baaller ve İştarlar olarak anılan tanrılarına ve tanrıçalarına
tapınma yoluna saparlar (5).
Bu durumda, Yehova’nın sözcüleri olarak daha önce
seçkinlerden yana yontan peygamberler onlara karşı çıkarlar. Yehova inancına
bağlı kalmış alt katmanlara yanaşırlar. Yehova adına onların duygu, umut ve
beklentilerini dile getirmeye başlarlar. Ötekileri “Baal’ler ve İştar’lar ile
zina” yapmakla suçlarlar. Böylece sınıf savaşı (Yehuda krallığı ile Yahudi
adını alacak olan) bu toplumda daha ilk görünüşünde içte bir inanç savaşımı
biçimini alır. Öteki halklarla (dış) ilişkilerde eski din savaşı niteliğini
sürdürür. Sonuçta tektanrıcılığa varacak dinsel gelenek, sınıf savaşını “dinsel
ideolojiler” örtüsü altında verilebilecek bir yola sokmuş olur.
Bu yolda dinsel ideolojiye, hem (daha çok) gerici hem
ilerici, hem ezenlerce hem ezilenlerce kullanılabilen bir ideolojik esneklik
kazandırılacaktır. Ezenlerin ezilenleri (önce savaş, kolluk güçleri, sonra
propaganda, eğitim, içselleştirme, gönüllü kulluk yollarıyla) kendilerine
bağlayabilmelerini sağlayacaktır. Sınıflı toplumun ve sömürünün sürdürülmesine
yarayan en güçlü, en sürekli ideoloji olacaktır. Tohumları eşitlikçi topluluğun
çıkar ve inanç birliği döneminde atılan, eşitsizlikçi toplum düzeninin başında
alt katmanların duygu ve düşüncelerinin dile getirildiği bir ideoloji, ilerde
üst katmanların ve yöneticilerin sahiplenmesiyle içine onların çıkarlarını da
almış olacaktır. Öyle ki, toprak sahibi ile serfi, patron ile işçiyi (varsıl
ile yoksulu) havralarda, kiliselerde, camilerde yan yana, omuz omuza
getirebilecektir.
Bu yapısıyla dinsel ideoloji (ezilenlerce ülke içindeki ve
dışındaki ezenlere karşı, altında toplanılan bir sancak oluşturduğu durumlarda
bile) sınıf bilinçliliğine ulaşılmasını frenleyecektir. Sınıf bilinçliliğinin
yerine konan, hatta yoldan çekilmedikçe ona ulaşılmasını olanaksızlaştıran bir
yapı kazanacaktır. Halkların emperyalist devletlere karşı direnişlerinde,
başarıya ulaşılsın ulaşılmasın, kan emekçilerden akacak, şan (sınıf değil) din
defterine yazılacaktır. Başarıya ulaşan kurtuluş savaşlarının emekten yana
görünümlerini yitirip, emek karşıtı düzenlerin gelişmesinin nedenlerinden biri
de bu “dinsel ideoloji” olsa gerektir (6).
Kilisenin neredeyse devletleşmesi
Laik devlet-teokratik devlet kavgasına varacak din devlet
ilişkisi İsacılığın (Hıristiyanlığın) çıkışıyla birlikte başlayıp gelişmiştir.
İsacılar kovuşturma sırasında, Roma İmparatorluğu’nun kamu yönetsel yapısına
koşut bir yasadışı örgütler ağı geliştirmişlerdi. Kovuşturma (MS 312’de)
kaldırılınca, tektanrıcı din imparatorluk çapında sıkı bir hiyerarşik kurum
niteliği kazandı. Öyle ki, barbar Cermen akınları sonucunda Batı Roma
İmparatorluğu (410’da) yıkılınca, kilise ortalıkta tek güçlü ve en örgütlü kurum
olarak kaldı. Devletin vergi toplama, (hayır işleriyle) toplumsal güvenliği
sağlama, eğitim, (dinsel hukukuyla) yargı gibi işlevlerini üstlendi.
Ortaçağ batı feodal düzeni biçimlenirken, toprak sahibi (ve
savaşçı) feodal beylerin (Althusser’in ileri sürdüğü kavramlarla) “devletin
baskı aygıtları”, dincilerin (klerjenin) “devletin ideolojik aygıtları”
üreticileri ve kullanıcıları olacakları bir işbölümünün geliştiği söylenebilir
(7). Böylece İsacılık, daha çok feodal düzenin egemen katmanlarının ideolojisi
işlevini görmeye başladı. Onun yeniden İsa dönemindeki gibi yoksulların ve
kölelerin inancı yapılabileceğini sanarak köylüleri ayaklandıran Thomas
Münzer’in (1525’te) başına gelecekler de (8) bunu göstermektedir.
İmparatorluğun tektanrıcı dini “evlat edinmesi”
İsacılık aslında Musacılığın yeni bir yolu (tarikatı) olarak
doğmuştu. Roma İmparatorluğu yönetimi altında ezilen halklardan birinin
tepkisiydi. Aynı zamanda sınıflı toplumun sömürülen en alt katmanlarının
özlemlerini dile getirmekteydi. İsa’nın “müjde” anlamına gelen İncil’inin
verdiği umut “İsrailoğullarının dağılmış sürüsünü toplamak” ve “kölelere
özgürlük” ile “yoksullara kurtuluş” oldu (9).
İsacılık çıkışında, bu niteliğinden dolayı,
imparatorlukların yönetimleri altındaki halkların farklı dinlerine hoşgörü
geleneksel politikasını güden Romalı egemen sınıfların ve yöneticilerin bile
tepkisini çekmişti. Onu ağır bir kovuşturma sonunda yok olma olasılığından
Pavlus kurtardı. Hem bir örgütçü ve eylemci hem de bir kuramcı olan Pavlus,
İsacılığın asıl kurucusu sayılabilir. Bu yolda yaptığı değişikliklerden en
önemlileri, onu öteki halklara, egemen katmanlara ve yöneticilere açmak oldu:
Musacılara, Tanrı’nın (yeni) sözünü kabul etmezlerse öteki halklara
gideceklerini söyledi. Her erkin tanrıdan geldiği, yöneticiye karşı çıkanın
Tanrı’ya karşı çıkmış sayılacağını bildirerek Romalı yöneticilerin kuşkularını
azalttı. Kiliseye katılan kölelere seslenen mektuplarında, bedenlerinin
efendisine, ruhlarının efendisine (İsa’ya) hizmet eder gibi candan gönülden
hizmet ederlerse bunun karşılığını bu dünyada, olmazsa öte dünyada alacaklarını
bildirdi (10).
Ne var ki İsacılığı kurtarmak için (bile olsa) bu
değişiklikler ona, ezilenlerin ideolojisi olması yanı sıra ezenlerin de
benimseyebileceği bir yapı kazandırmış oldu. Böyle her halka ve katmana açılmış
bir inancın, imparatorluğa en uygun ideoloji olacağı anlaşılınca kovuşturma (MS
312’de Konstantinos’ca) kaldırılacaktı. Dahası, Theodosius (380’de) onu
imparatorluk (devlet) dini yapıp öteki dinleri yasaklayacaktı.
“Kayserci Patriklik” ile “Halife Sultanlık”
Doğu Roma İmparatorluğu barbar akınlarını yıkılmadan
atlatınca, ilerde Bizans İmparatorluğu’na dönüşecek olan bölgede, din devlet
ilişkilerinde Latin (Batı) İsacılık dünyasından farklı bir durum gelişecekti.
Kilise, kovuşturmayı kaldırmış, İznik Konsilini (325’te) toplamış imparatorun
kanadı altında gelişti. Devletin ağır basıp kilisenin egemen üst sınıfların
ideologluğu yanı sıra devletin (imparatorun) savunmanlığını yaptığı “Kayserci
Patriklik” denebilecek bir durum doğdu (11).
Benzeri bir gelişme (MS 8. yüzyıldan başlayarak) Peygamberin
ve ardıllarının (halifelerin) aynı zamanda yönetici oldukları İslam dünyasında
görüldü. Ancak orada dinin, hiç değilse Abbasiler’e (750’lerde) dek, devlete
ağır bastığı söylenebilir. Bu siyasal düzene bilindiği gibi “Halife Sultanlık”
denmektedir. Bizans İmparatorluğu ile İslam İmparatorluğu arasında gelişen
Osmanlı’da (14. yüzyıldan sonra) Kayserci-Patriklik ile Halife-Sultanlık
karması sayılabilecek bir durum görüldü. Siyasal alanda devlet, hukuk alanında
din ağır bastı. Buna da, (klerokrasiden farkı vurgulanarak) “şeriat devleti”
denebilir (12).
ÇAĞDAŞ TOPLUMDA SINIF-DİN-BİLİM İLİŞKİLERİ
İnsanlığın maddesel ve simgesel araçlarının, bilimin, teknolojinin
yeterince gelişmediği çağlarında, dinsel inançların (egemen katmanlardan,
yöneticilerden yana yontsa da) tüm insanlara “soruna katlanıcı” bir kültür
sağladığı söylenebilir. Ancak bilimin, teknolojinin ve bilimsel düşünüşün
insanlığı “sorun çözücü kültür” dönemine geçirdiği çağımızda, din bu niteliğini
yitirerek daha çok sömürgen bir ideoloji işlevi görecektir. Bu değişiklik
sınıf-din-bilim ilişkilerinde gözlemlenebilir.
Burjuvazinin, proletaryanın ve bilimin doğuşu
Tarımın ağır bastığı üretim biçimlerinde dinsel ideoloji,
üretim ilişkilerini (efendi-köle, bey-serf) ve siyasal ilişkileri
(yönetici-uyruk) açıklamaya uygundu. Dolayısıyla (eski) egemen katmanlardan
yana yontuyordu. Haçlı Akınları’nı (12. yüzyılı) izleyen dönemde gelişen
denizaşırı ticaretle birlikte kentsel bir varsıl sınıf (burjuvazi) belirmeye
başladı. Ticaret devrimini izleyen endüstri devrimi, bu sınıfın ağırlığını
artırırken bir başka sınıfı (proletaryayı) tarih sahnesine soktu. Her iki
sınıfın yaşayış biçimi ve çıkarları, tarımsal üretim ilişkileri çevresinde
konumlanan katmanlarınkinden farklıydı. Düşünüş biçimi (bilimsel) ve değerleri
(budünyacı) ister istemez farklı olacaktı.
Endüstri üretimi, ilgiyi ve bilgiyi, yaratan-yaratılan,
mutlak yönetici-uyruk ayrımına uygun tarımsal üretim alanından uzaklaştırdı.
Canlılar dünyasından (bitkisel ve hayvansal besin üretiminden) çok cansız
maddeler dünyasına (mal üretimine) kaydırdı. Böyle bir alanda, yoktan var eden
(yaratan) inancıyla, yani insanların doğmalarından önce yazgısını yazan,
öldükten sonra öte dünyada yargılayacak bir aşkın özne inancıyla, insan-insan,
insan-doğa ve üretim-tüketim ilişkileri (erekselci açıklamalarla) ne
anlaşılabilir ne de değiştirilebilir, geliştirilebilirdi. Kısacası, endüstri
devrimine koşut ve uygun nedensellikçi açıklamalarla “bilimsel düşünüş biçimi”
ve “budünyacı” değerler gelişecekti.
Yeni egemen sınıfın din eleştirisinden inançlara saygı
politikasına geri dönüşü
Yeni, kentli sınıflar kadar (eski egemen katmanların
boyunduruğu altındaki) kırsal kesimlerin (özgür köylülerin ve serflerin)
burjuva devrimleri saflarına çekilmelerinde “eşitlik, özgürlük, kardeşlik”
söylemi yanı sıra “bilim ve teknoloji” söyleminin ve eski dinsel inançların
eleştirilmesinin de az çok etkisi olmuştu.
Devrimin örgütleyiciliğini ve öncülüğünü yapan burjuvazi,
ekonomik erkine dayanarak bir devrimle siyasal erki ele geçirince “laiklik”
olarak adlandırılacak bir politika geliştirdi. Onunla din ile devlet
kurumlarının etkinlik alanlarını ayırmaya kalktı. Din ile devlet ilişkilerini
yeni bir anlayışla (devletin ağır basacağı yönde) düzenlemeye girişti. Hatta
dinin “ötedünyacı” ve tanrıdan (dolayısıyla dinciler kesiminden) yana değerleri
yerine “budünyacı” ve (kulluktan, uyruktan kurtarmaya çalıştığı insandan yana)
“insancı” (hümanist) değerlere dayanan bir etik önerdi. İnançlar yerine
eleştirel ve özgür düşünmeye dayanacak bir “bilimsel düşünüş” alışkanlığı
yaratıp yaygınlaştırmaya çalıştı.
Ne var ki burjuva sınıfı, onun politikacıları ve ideologları
bu politikalarında yolun sonuna dek gitmediler. Yarı yolda durdular; hatta geri
çark ettiler. Din eleştirisi, devrimde serfleri (emekçileri) eski yöneticilerin
ve kilisenin elinden kurtarma (sonra da kendi buyrukları altına alma)
amaçlarına yetmişti. Endüstri üretiminde işçilerin, kendilerini kuşatan
aristokrat devletlere karşı verdikleri varlık yokluk savaşlarında ise
askerlerin bilimsel düşünmelerine ne gerek vardı? Fabrikalarda ve savaş
alanlarında verilen (bilimsel bilgilere dayanan) buyrukları yerine getirmeleri
yeterdi. Hatta dinsel inançlar, işçilerin patronların kendilerinden
istediklerini “kimin çıkarına?”diye sorgulayıp eleştirmeye kalkmamalarına,
savaşçıların (askerlerin) komutanlarının kendilerini ölüme yollayabilen
buyruklarına boyun eğmelerine (yazgılarına katlanmalarına), umutlarının,
beklentilerinin ötedünyaya ertelenmesine yardımcı olabilirdi (13).
Din, özgür düşünüşün ve bilimsel eleştirinin pençesinden
kurtarıldı. Önce dinsel inançlara “hoşgörü” sonra “saygı” politikasına geçildi.
Dinsel inançların aile kurumunda yeniden üretilmesi desteklendi. Temsili
demokrasi, dinsel amaçlı partilerin kurulup inançların oy amacıyla
sömürülmesine olanak sağladı. Sonunda halk adına seçilen temsilciler, egemen
sınıfların çıkarlarını “halkın iradesi” söylemiyle örtüp, din eleştirisinin
“halkın inançlarına saygısızlık” sayılarak cezalandırılmasını sağlayacak
yasalar çıkardılar (14). Böylece emekçilerin, sömürülenlerin bilinçlenmelerinin
dinsel ideolojiyle engellenmesi yoluna geri dönüldü. Bu yolda kullanılan “inanç
özgürlüğü” söylemi aydınlatıcıdır. İnanmanın her insana tanınması gereken bir
hak, hatta bir insan hakkı olduğu (tartışmalıysa da) ileri sürülebilir. Ama
onun bir ”özgürlük” olduğu söylenemez. Çünkü inanmak, bir düşünceyi, bir şeyin
varlığını, doğruluğunu, kuşkulanmadan, eleştirmeden, hatta düşünmeden
benimsemek demektir. Bu niteliğiyle değil düşünme özgürlüğünden, insanı
hayvandan ayırt edici özelliğinden (gönüllü gönülsüz, bilinçli bilinçsiz)
vazgeçilmesi, vazgeçirilmesidir!
Bilimlerin bilgi alanlarını dinin elinden bir bir kurtarışı
Endüstri devrimiyle üretim teknolojileri
bilimselleştirilirken çağdaş bilim dallarının bir bir geliştiği görüldü.
Astrolojinin yerini Astronomi aldı, fiziğin gelişmesini simya yerine konan
kimya bilimlerindeki gelişmeler izledi. Bu alanlarda, yaratılışçı, ereksellikçi
açıklamaların yerini, cansız doğa nesnelerini ve olayların nedenlerini anlayıp
onları etkileyerek mal üretimi sürecinde yönlendirme anlayışı aldı. Hangi
nedenlerin hangi sonuçlara yol açtığını anlama çabası sel gibi nedensellikçi
kuramların ortaya atılmasına yol açtı.
Endüstri devrimini izleyen onyıllarda bilimlerin “uçuşa
geçme” sürecine girmeleri, ilgili kuramların (neden sonuç varsayımlarının)
fabrikalarda, makine ve mal üretiminde teknolojinin; meslek okullarında,
üniversitelerde ve laboratuarlarda ise gözlem ve deneylerin (kısacası pratiğin)
sınavından geçirilmesi olanaklarının doğuşunun ürünüydü. Bu sınavı alamayan
kuramlar bırakılıyordu. Alanlar birikip daha büyük çaplı, daha genel olgular
için daha kapsamlı kuramların sınavına hazırlanıyordu.
Bu yolda, önce cansız doğa olayları (örneğin yıldırım, yer
sarsıntısı, güneş, yağmur) Tanrı’nın cezalandırma ya da ödüllendirme araçları
olmaktan kurtarıldı. Cansız doğa olaylarının inançlarla açıklanması dönemi
kapatıldı. Nedenlerinin kavranıp etkilenmesiyle olumsuz sonuçlarından
kurtulunması, olumlu sonuçlara yönlendirilmesi dönemi başladı. Bu bir bakıma
cansız doğanın yazgısının Tanrı’nın elinden insanın eline geçirilmesi demekti.
Biyokimya ve biyoloji bilimlerinin geliştirilmesiyle
canlılar dünyası da insanın denetimine girmeye başladı. İnsanlık, yazgı
kavramının en ağır bastığı doğum, hastalık, ölüm gibi olguları bile etkileme
yolunda ilerlemeye başladı. Bu yola girilmesinde ilk büyük katkının bir
dinciden (Mendel) sağlanması, ikinci büyük katkının dinci olmak üzere
yetiştirilip bilimciliğe geçen kişiden (Darwin) gelişi, yaratılışçılar
açısından tarihin acı bir cilvesidir (15).
Evrimciler ile Yaratılışçıların karşı karşıya gelişi
İnsan-doğa ve insan-insan ilişkileri ve toplumlar arası
ilişkiler alanlarında kutsal kitaplara dayandırılan açıklamalardan ve değerlendirmelerden
uzaklaşma (Machiavelli’nin Prens adlı yapıtında gözlemlenebileceği gibi) 16.
yüzyılın başında başlamıştı. Endüstri devriminin kapitalist (bireysel çıkarcı,
yarışmacı) bir biçim kazanmasının yol açtığı üretim ilişkileri toplumsal
bunalım yarattı. Bu insanlık dışı gidişin yol açtığı sorunlara çözüm arama
yolunda İsa’dan yardım bekleme, inançları canlandırarak vicdanlara seslenme
girişimleri (örneğin Hıristiyan sosyalist akımlar ve koloniler) hiçbir önemli,
kalıcı sonuç vermedi. Bunun üzerine gelişen öteki toplumcu akımlar, din dışı,
ama (bilimsel değil) “ütopyacı sosyalist” düşünürleri yetiştirdi. Onların
değerlerine katılmakla birlikte ütopyacılığını eleştiren düşünürler ise
“bilimsel sosyalizm” dedikleri akımı yarattılar. Böylece, bilimsel bakış
açısıyla tarihin ve toplumun yasaları araştırılmaya başlandı. Bu girişim aynı
zamanda kişilerin, sınıfların, toplumların içinde bulundukları olumsuz
koşulların nedenlerinin kavranılmasından sonra devrimle onların değiştirilerek
olumlu koşulların yaratılması akımıydı.
Söz konusu akımın başını çeken Marx ve Engels görüşlerini ve
eylemlerini kapitalizm öncesi toplumların yapıları ve kapitalist toplumun
ekonomi politiği yanı sıra fizik, kimya hatta biyoloji alanlarındaki bilimsel
gelişmelerle temellendirmeye çalışıyorlardı. Ne var ki daha insanın da içine
girdiği canlılar dünyasının temel yasalarını kavramalarına yardımcı olacak
bilimsel kuram yoktu. Cansız doğa, sınıflı toplumlar, kapitalist düzen kadar
canlı formlarının da (türlerin de) “yaratılış ürünü” ve “değişmez” olmadıkları
görüşünü destekleyecek genel ve temel bir kurama gereksinim duymaktaydılar.
Darwin’in Türlerin Kökeni yapıtının (1859’da) yayınlanmasını
bu bakımdan büyük bir coşku ile karşılamalarının nedeni söz konusu
gereksinimdi. Bu durumda (idealist) dincilerin (materyalist) sosyalistler kadar
(doğa bilimci) Darwin’den ve onun evrim kuramından nefret etmelerine şaşmamalı.
Egemen sınıfların dayandığı dinin, dinin dayandığı yaratılış ve yazgı
inançlarının temellerini oyabilecek böyle bir kurama karşı saldırıya geçmeleri
gecikmedi. Öyle ki Darwin’i ve evrimi duymamış çevrelere bile ulaşıp,
kafalarda, evrim kuramının girmesini engelleyecek siperleri (yerleşik dinsel
inançlara seslenerek) kolaylıkla kazabildiler. Ancak, biyolojinin, genetiğin gelişmesi
karşısında, savunma siperlerini temel eğitim kurumlarından başlayıp bilimsel
kurumlar olan üniversitelere kadar genişlettiler. Bugün için kapital
çevrelerinin desteği ile seslerini buralarda duyurabiliyorlarsa da moleküler
biyolojinin endüstrinin sınavından geçirilmesi anlamına gelen biyoteknolojinin,
bakterilere ürettirilen ilaçlar, gen terapi, transgenetik canlılar, GDO, kök
hücrelerden organ üretimi gibi, yapay “evrim” demek olan başarıları karşısında,
çok yakında duyuramaz olacaklar. Çünkü söz konusu bilimsel-teknolojik
gelişmeler bugünden evrimin bir kuramdan öte bir olgu, bir gerçek olduğunu
kanıtlamış bulunuyor. Bu yoldaki yeni yeni gelişmeler çok yakında
yaratılışçıların çanına ot tıkayacaktır.
Yaratılışçılık !!! Çünkü çok sayıda ağır
bilimsel kitap okumak yerine tek bir dini kitap okuyup işin içinden
çıkabilirsiniz !!!
Yaratılışçıların evrimciliğe saldırıya geçişleri
Bilimin ve teknolojinin baş döndürücü gelişmesi karşısında,
kaçınılmaz sonlarını gören yaratılışçılar, onu geciktirmek için evrimciliğe
daha bir kuram düzeyinde olduğu yıllarda savaş açmışlardı. Örneğin Darwin’in
(DNA’nın yapısının çözülmesinden yüz yıl kadar önce) kalıtımı açıklayamamış
olmasını kuramının (yetersizliğinin değil) geçersizliğinin kanıtı olarak
göstermeyi alışkanlık edinmişlerdi. Bu alışkanlıklarını DNA’nın yapısının
çözülüp, (Darwin’in kuramında ileri sürdüğü gibi) canlıların yapısının
değiştiğinin (laboratuarlarda) gösterilmesinden (evrimin kuramdan öte bir
gerçek olduğunun kanıtlanmasından) sonra da sürdüreceklerdi.
Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin karşı çıkılamayacak bir
hız ve saygınlık kazanması üzerine, evrimciliği yaratılışçı dinsel inançlar
yanı sıra bilim ile vurma taktiği izlediler. Bilimi daha fazla karşılarına
alamayacaklarını anlayınca, tüm mutasyonların zararlı olacağı savını
geliştirdiler. Bu, yaratılışçıların bilime bilimle karşı çıkma, bilimi içten
fethetme, bilimi iç etme politikasıydı. Ürünü “bilimsel yaratılışçılık” akımı
oldu. Bilim çevreleri buna sessiz kalamazdı:
Başta Amerika Bilimler Akademisi olmak üzere ilgili
kurumlar, bilimsel araştırmaların ve bulguların yaratılışı onayladığı savını
yalanlayan raporlar, bildiriler yayınladılar (16). Evrimin bilimsel
kanıtlarını, evrim kuramının çağdaş biyolojinin belkemiğini oluşturduğunu
belirttiler. Yaratılışçılığın bilimdışı bir “inanç” olduğu saptamasında
bulundular.
Yaratılışçılar bu kez de bu tür bilimsel savlar ve olgusal
(somut) kanıtlar karşısında, bir yandan “mantıksal” ya da “rasyonel” görünümlü
savlar geliştirdiler. “Akıllı Tasarım” ya da “bilinçli tasarım” akımı böyle
doğdu. Öte yandan “yaratılış müzesi”, “fosil sergileri”, “yaratılış atlasları”
ile fosillerde türlerin değişmezliğinin (sözde) kanıtlarını sunma yoluna
gittiler.
Canlıların yapılarının yaratılışlarından beri değişmediği,
değişmeyeceği, değiştirilemeyeceği savları, bilimsel kurumların laboratuar
deneylerinde, besin üretiminde tarlalarda, seralarda üretilen transgenetik canlılar,
GDO’lar (Genetik yapısı Değiştirilmiş Organizmalar), hastanelerde genetik
mutasyonlar ile somut ve kesin olarak çürütülünce, yaratılışçıların elinde kala
kala “zararlı mutasyon” savının abartılmasıyla yaratılmış olan eski “insanın
tanrı rolü, yaratıcılık oynamaya kalkması” (ing. Play god) yıkım getirir
(çarpılırız) korkutmacası kaldı (17).
Dinin ve yaratılışçılığın ideolojik işlevleri
Din daha çok aristokrasisinin ideolojisiydi. Yükselen
burjuvazi döneminde bilimsel düşüncelerle ve laik dünya görüşüyle donanmış
burjuva ideolojisinin eleştirisine uğradı. Burjuvazi kapitalist düzenini
yerleştirdikten sonra ise proletaryanın devrimci eylem ve düşüncelerine karşı
dini canlandırma politikasını izledi. Böylece din, burjuvazinin “yedek
ideolojisi” işlevini görmeye başladı. Bunalım dönemlerinde ve emekçi sınıfların
bilinçlenmesini engelleyip ideolojisini bölmek için kullanılır oldu.
Amerika’da bazı varsıl İsacı çevrelerce geliştirilip
desteklenen evrimcilik karşıtı bir (yaratılışçı) akım, bilimsel gelişmelerin ve
teknolojilerin başını çeken bir ülkede fazla yandaş bulamadı. Ancak ABD
yönetiminin Ortadoğu ve Orta Asya (SSCB’yi kuşatma ve petrol kaynaklarını
denetleme amaçlı) politikalarında “ılımlı İslam” yönlendirmesi sürecinde
ülkemize “bağış” olarak sunuldu. Böylece yaratılışçılık ve evrim karşıtlığı,
tutucu, gerici iktidarların emekçilere, emekçiden yana aydınlara karşı iç
politikada kullanabileceği bir ideolojik silah olarak benimsendi. Kurucularına,
Türkiye’ye çağırıp propaganda olanağı sağlayan “Bilimsel Yaratılışçılık” (İng.
Scientific Creation) (18) kuruluşu ve “Yaratılış Müzesi” (İng. Creation Museum)
destekleriyle Türkiye’de Bilimsel Araştırma Vakfı kurulup etkinliğe başladı.
Onun fosil sergileri ve Yaratılış Atlası biçimindeki etkinlikleri ABD’deki söz
konusu çevrelerin parasal ve teknik bilgi destekleriyle yürütülüyor
görünmektedir. Ancak akım, ülkemizin tarihsel, siyasal, kültürel koşullarının
elverişli olması nedeniyle ABD’dekinden çok daha güçlüdür.
Ülkemizde Din-Bilim ideolojik savaşımı yaratılışçıların
açtığı evrimcilik-yaratılışçılık tartışması çevresinde verilmektedir. Amaç,
evrimcileri sıkıştırıp dine, Allah’a, kutsal kitaplara karşı olduklarını
söyletmek ve göstermektir. Böylece, önceki yüzyıllarda kazanılmış emekçi
sınıfların inançları kullanılarak, emekçilerden yana olan ve emekçilerde sınıf
bilinçliliğini uyandırmak isteyen aydınların saygınlığını kırmaktır. Bu amaçla
ideolojik savaşım yaratılışçılık-evrimcilik tartışmasında odaklaştırılmıştır.
Bu cephe kazanılınca dinsel inançların tartışılmasına, eleştirilmesine, (hele
dinci bir partinin siyasal erki ele geçirdiği bir dönemde) girilemeyeceği
düşüncesiyle tüm savaşımı kazanmış olacaklarını ummaktadırlar.
Oysa evrimciliğe karşı yaratılışçılığın benimsenip ağır
basması kendilerine inananlar kadar onların da sorunlarını çözmeyecek,
başlarına yeni sorunlar açacaktır. Karşılaşılabilecek sorunların çapını ve
çapraşıklığını yaratılışçılığı önce kuramsal alanda, sonra eylem (pratik)
alanında bekleyen kargaşa ve bulanıklıklar gösterecektir.
KURAMSAL ALANDA YARATILIŞÇILIĞI BEKLEYEN SORUNLAR
Her şeyden önce yaratılışçıların savları ve istekleri,
evrimciliği yadsıtıp yaratılışçılığı benimsetmekle bitmeyecektir. Ardından
köktendinci olabilen (kutsal kitapta yazılanların noktasına virgülüne
doğruluğunun kabulü ve buyrukların eksiksiz yerine getirilmesi) istekler ve
yargılar (örneğin İsacılıkta İsa’nın evren yok olana dek -Musacı- şeriatın tek
bir noktasının değişmeyeceği sözü, İslamlıkta namaz kılmayıp cihada
katılmayanın İslam sayılmayacağı savı) gelebilecektir. Allah’ın, yaratıcının
sözcüsü olduğunu ileri sürenler, inançların akla, dinin bilime üstünlüğü ve
yaratılıştan söz edilen bütün bilgilerin doğrulunu da ileri sürebileceklerdir.
Örneğin İsa’nın tanrılığına, Muhammed’in Burak adlı at ile ışığın iki katı bir
hızla yaradan katına çıkmadan önce karnının açılıp iç organlarının
temizlendiğine inanılmasını isteyebileceklerdir. Ne zararı mı var? İslamlıkta
cinlerin varlığına, İsacılıkta İsa’nın cinleri çıkarışına (19) inanan birini,
beyinde lityum gibi bazı maddelerin eksikliğini haplarla gidererek psikolojik
bir rahatsızlığı hafifletebilecek doktor yerine çocuğunu büyücülere götürecek
birini kim engelleyebilecektir?
Bu durumda evrimciler, tartışmayı yaratılışçılık
eleştirisiyle sınırlı tutamayıp, ister istemez öteki inançların eleştirisine
girmek zorunda kalacaklardır. Öyleyse yaratılışçılar karşısında hep savunmada
kalmak yerine, yaratılışın ayrıntıları ve sonuçları hakkında sorular
sorulmalıdır. Sonra onların yanıtlarının karşısına bilimlerin verdiği yanıtlar
konarak gerçeğe ulaşmada bir karşılaştırma olanağı sağlanabilir.
Yaratılışçılar şu sorulara tutarlı yanıtlar verebilir mi?
1) Kim yarattı? Tek tanrı mı? İki tanrı mı? İkiden çok
yaratıcı mı? Tektanrıcılara gereksiz görünen bu soru geçersiz değildir.
İsacılıkta bile tanrının üç görünümü olan Baba-Oğul-Kutsal Ruh’tan hangisinin
yaratıcı olup neyi yarattığı sorusu yanıt beklemektedir. Yaratan aynı zamanda
tüm canlıları ve insanları “yok eden” midir? Yaratıştan sorumlu bir tanrı
yanında yok edişten sorumlu bir tanrı daha var mıdır? (20)
2) Ne yarattı? Evreni mi? Canlıları mı? Cinleri mi,
insanları mı? Erkeği mi? Her bir insan ruhunu mu?
3) Nasıl yarattı? Yoktan var ederek mi? Kaos içinde
bulunan evrime düzen vererek mi? Sözle mi yarattı, yorulup dinlenecek denli
emek dökerek mi?
4) Ne zaman yarattı? İsacı dinin kaynaklarından
hesaplandığı gibi MÖ 4004’te mi? İslam kaynaklarında yazıldığı gibi
Muhammed’den altı binyıl önce mi? (21)
5) Niçin yarattı? Her bir varlığı tek (aynı) (22)
amaçla mı, ayrı ayrı amaçlar için mi?
6) Ne’den (hangi hammaddeden) yarattı? (23)
7) Nerede yarattı? Gökte mi, yerde mi, denizin dibinde
mi? Aden bahçesinde mi? (24)
8) Yetkin olarak mı, zayıf, özürlü mü yarattı? (25)
9) Yazgılarını yazarak mı yarattı? Sorumlu tutulup
cezalandırabilmek için özgür mü yarattı?
10) Değişmez doğalar vererek mi? (26)
Yaratılış ve Varoluş sıralamaları çakışmakta mı, çatışmakta
mı?
Kimi “bilimsel yaratılışçılar” bilimsel yazında varlıkların
yeryüzünde görülüş sıralarıyla dinsel kaynaklarda (Tevrat’ta) yaratılış
sıralarının “aynı” olduğunu ve bunun yaratılışın bilimsel bir saptama olduğunu
gösterdiğini ileri sürmektedir. Bakalım söylendiği gibi aynı mıdır? Dinsel
inançlarla bilimsel bulguların böyle bir karşılaştırması din ile bilimin
uzlaştırılabilip uzlaştırılamayacağı tartışmasına da ışık tutacaktır.
Dinsel kaynakta (gün olarak)
1. gün: Gök, Yer, Işık
2. gün: suların, kubbenin altındaki ve üstündeki sular
olarak ayrılışı
3. gün: karalar, denizler, bitkiler
4. gün: Güneş, Ay, yıldızlar
5. gün: sularda balıklar, göklerde kuşlar
6. gün: evcil, yabanıl hayvanlar, sürüngenler, insanlar
7. gün: Tanrı’nın dinlenmesi
Yaratılış mitoslarının birincisinde “erkek ve kadın olarak
denip” ikincisinde insanın erkek biçiminde yaratıldıktan sonra kadının onun
alınan kaburgasına et sarılarak yaratılışın günü verilmemiştir (27).
Bilimsel kaynaklarda (Zamanımızdan önce yaklaşık
olarak)
1. olarak Büyük Patlama (13,7 milyar)
2. olarak cansız maddeler, gök cisimleri
3. olarak Güneş (5 milyar)
4. olarak Dünya, Ay (4,5 milyar)
5. olarak canlılar (4-3,5 milyar), cinsel üreme (1,2
milyar), bitki-hayvan farklılaşması (0,7 milyar)
6. olarak İnsan (3 milyon)
7. olarak çağdaş tipte Homo sapiens ( 200 bin yıl) (28)
EYLEM VE DAVRANIŞ ALANINDA YARATILIŞÇILARIN KARŞILAŞACAKLARI
SORUNLAR
Sürüyle; bunlara bilginin edinileceği kaynakların seçimi;
doğaya, canlılara, insana bakış; dünya görüşü; çağdaşlık sorunu; kimlik
sorunları olarak alt başlıklar altında özetle şöyle değinilebilir:
Bilgi kaynaklarını (bilim-din) seçme sorunu: Doğru bilgiler
nerede aranacak? Yaratılışı bir kutsal kitaptan okuyarak ya da bir kutsal kişi
ağzından duyup ve doğru kabul edip benimseyen kimseler, öteki bilgileri aynı
kaynaktan edinip edinememekte bocalayacaklardır. İçlerinde bilimcileri de
görmeye başladığımız bu kimseler, doğa, canlılar, insan, tarih, toplum, sanat,
ahlak ile ilgili bilgileri de kutsal kitaptan arayıp edinmeye kalkarlarsa ne
olur? Örneğin (“yaratılan”) canlı türleri ve sayıları söz konusu kitaptan
çıkarılabilir mi? Petrol Kur’an’dan çıkarılabilir mi? (29) Bu kaynaktan
edinilen bilgiler, bilimsel kaynaklardakiyle uyuşmayınca hangisine inanılıp
hangisi uygulanacak?
Doğaya-canlılara-insanlara bakış sorunları: Dağlar taşlar,
kutsal kitaplarda yazıldığı gibi canlı mıdır? İsa, iman gücüyle bir dağa
şuradan şuraya git derse gider ve inançlıya hiçbir şey olanaksız olmaz mı? (30)
Bitkiler hayvanların, hayvanlar insanların yemesi için mi yaratılmıştır? Bu
inançta bir baba, vejetaryenliği seçen çocuklarını et yemeye zorlayacak mıdır?
İnsanlar Allah’a kulluk etmek için mi yaratılmışlardır? Kitapta “kulun kulu
olmaz” denmesine karşın köle sahibi olan peygamberlere, halifelere, sultanlara
ne gözle bakılacaktır?
Dünya görüşü sorunu: Yaratılışçı görüşü benimseyen kişi,
“geçici bir sınav yeri” hatta “hayal” (31) olduğu yazılıp söylenen bu dünya ile
ilgili amaçlara ve değerlere ulaşmak için çaba gösterecek midir? Yoksa bu dünya
yaşamını, sonsuz yaşam, sonsuz mutluluk (ya da sonsuz işkence) dünyasına ulaşma
amacının bir aracı olarak mı kullanacaktır?
İçinde yaşanan toplumsal düzene ve devlete karşı takınılacak
tutum sorunu: Bu dünya düzeninde karşılaşılan acılar, haksızlıklar,
kötülükler, hastalıklar, hatta kölelikler karşısında yaradana, düzeltmesi için
yakarmakla mı yetinmeli? Yanağımıza tokat atan birine öteki yanağımızı mı
çevirmeli? Haksızlıklara tek başına ya da aynısına uğrayanlarla birlikte mi baş
kaldırmalı? Dünyayı dar-ül-İslam ve dar-ül harb olarak bölüp İslam yönetimi
yoksa ülkemizde bile cihad mı açmalı? Yoksa “Allah belasını versin” deyip yazgıya
boyun mu eğmeli? Tüm haksızlıkların hesabının öte dünyada çözüleceğine inanıp
beklemeli mi?
Devletin, yöneticinin yönetilenlere bakış
sorunu: Kutsal kitapta insanların Tanrı’nın kulu olarak yaratıldığını
okuyan yönetici, yönettiklerini kulu gibi görecek mi görmeyecek mi? Onlara
uyruklar (teba) gibi mi davranacak, yoksa vatandaş gibi davranıp insan
haklarını tanıyacak mı? Yoksa yaradanın yasalarının daha doğru olduğuna inanıp
şeriatı mı uygulayacak? Uygularsa şeriatın kestiği parmak acımayacak mı? Ya
azat etmesine karşın bir köle efendisi yanında kalmak isterse, bunun işareti
olarak (Tevrat’ta yazıldığı gibi) “biz” ile delinen kulağı, (Kur’an’da
yazıldığı gibi) hırsızın eli, Allah ve Peygamber hakkında nifak çıkardı diye
siyasal karşıtının çapraz olarak eli, ayağı da kesilince acımayacak mı? (32)
Kısacası yönetici çağdaş hukuku mu dinsel hukuku mu uygulayacak?
Çağdaşlık sorunu: İçinde yaşanılan çağın toplumun
sorunları, içinde bulunulan koşullara ve sahip olunan (çağdaş) olanaklara göre
mi çözülmeli? Yoksa katılınan inancın çıktığı bin, iki bin yıl öncesinin,
farklı bir dile ve kültüre, farklı bir yapıya sahip olan toplumun sorunlarına
bulunan çözümlerine mi başvurmalı?
Kimlik sorunu: Yaratılışa inanan kişi dinsel kimliğini
mi, ulusal kimliğini mi öne almalı? Bunların yerine herkesin “insanlık” ortak
paydasında birleştirilmeye çalışıldığı bir insan kavramına ulaşılmasına mı
çalışılmalı?
Kendisine bir kimlik yüklenmiş, ona göre bazı şeyler
yapmaması, bazı şeyler yapması istenmişse tutumu ne olmalı? “Yaratılan kul
insan” kimliğini mi “yaratıcı özgür insan” kimliğini mi bellemeli?
YARATILIŞÇILIK KAFAYI BULANDIRMAYA GÖTÜRÜR EVRİMCİLİK
AYDINLANMAYA, BİLİNÇLENMEYE
“Kul insan” kimliğini mi “özgür insan” kimliğini mi
edinmeli? sorusu, yazıyı açık ve yalın bir sonuca getirmiş olur:
Yaratılışçılığı benimsemek, bir özgür düşünme değil inanç sorunudur. İnanmak,
inanılan kişinin ve kurumun hizmetine girme durumunda bedensel köleliğe de
varabilir. En azından insanı düşünsel köleliğe, emeğinin sömürülmesine götürür.
Mutlak inanmak ise pisipisine ölüme götürebilir.
Yaratılışçılığı benimsemenin bir sonucu da beş bin yıl önce
(Enuma Eliş) Babil Yaratılış Mitosu ile biçimlendirilen inançlar kümesini
çağdaş bilimsel bulgularla uzlaştırma çabası yaratmasıdır. Her iki sonuç insanı
“kafayı yeme” noktasına götürebilir (33).
Yaratılışçı inançlar insanı getirip “yaratılan kul”
noktasında bırakırken, varoluşçu, evrimci tutum, onun yaratıcı özgür insan
düzeyine çıkmasına ve doğal toplumsal, bireysel sorunların (yazgıcı değil)
nedensellikçi bilimsel çözümlerine yöneltecektir.
Maddesel araçlar alanında “maddenin biçimini” değiştirmesi,
simgesel araçlar alanında ise “nesnel dünyada karşılığı bulunmayan simgeleri
yoktan var etmesi” anlamında tek “yaratıcı” özne insandır. Söz konusu
araçlarını, kafa ve kas emeği dökerek ve deneyim (bilgi birikimi) ile
geliştirmesi, insanın yadsınamaz kültürel evrimini (34) de kendisinin yarattığı
anlamına gelir. Bu evrimi sırasında önce cansız maddelerin (jeosferin) sonra
öteki canlıların (biyosferin) denetimini (yazgısını) eline geçirmiştir. Sıra
kendi yazgısı (noosfer) üzerinde (organik yapısına dek) denetimini kurmaya, yazgısını
doğanın, yaratıcı inancının elinden kurtarmaya gelmiştir. İnsanın bu kültürel
evriminin ise, dikilmeyle, özgür kalan elleriyle ve gelişen beyniyle maddesel
ve simgesel araçlar yapıp geliştirmesini sağlayan “organik evrim” üzerinde
yükseldiği bir (kuram değil) gerçektir.
Bilim ve Gelecek, Sayı 70
Alaeddin Şenel - Aralık 2009